Feqî Hüseyin Sağnıç’ın anısına: 12 Eylül’ün ilginç bir anısı
Çiya Artos
Geçmişe takılmaktan nefret ederim. Geleceğe bakmayı çok severim. Geleceğe bakmaktan artık sıkılan bir insan, arabayı süren soförün bir anlık galgınlığı ile yapacağı kaza kadar tehlikelidir. Geçmise saptanan insanlar, çamura yatmiş bir arabanın, gaz verdikçe yavaş yavaş daha fazla çamura batar. Fakar geçmişin bazı ilginç anılarını gelecek kuşaklara aktarmanın yararları vardır ki, hem geçmişten ders almak hemde gelecege daha güvenle bakmamızı sağlıyor. Hep gelecege bakan insanlarda geçmişleride hep canlı kalır. Her insan geçmişi üzerinde şekilendiği için, geçmişi koparıp atmak, gelecegininde karanlılara gömülmesi demektir. Bazı anılar çok cefalı ve acılı bile olsa, ona pes etmek değil, geleceğe bir merdiven yapmak önemlidir.
12 Eylül 1980’de sömürgeci faşist Türk ordusunun iktidarı ele geçirmesinden sonra Kuzey Kürdistan’da varolan baskı, iskence ve katliamların dozu dahada artmıştı. Kürdistan’ın birer işkencehane ve mezbahaya çevrildiği bu ortamda, milyonlarca Kürt gibi, bizde nasibimizi almıştık. Elaziğ 1800 Evlerde (8. Kolordu’nun meşhur işkencehanesi) aylarca süren işkenceden sonra şubat 1981’de başka bir Kawa’cı arkadaşla beraber Van’a götürülürken, Tatvan’da polis hücresinde geçirdik. İşkenceden halim kalmadığı gibi polisler de bizi yatırmıyorlardı. Sonra geç saate bir polis hücrenin mazgalını açarak bana: “Yatma ulan ibne, anani si..., hazır kıtada durun, biraz sonra Kürdistan Cumhurbaşkanı gelecek!” dedi. Yeni birilerinin gelecegini farketmiştim. Geç saatlerde kapı açıldı. İçeriye zayıf, yorgun fakat gözlüklerinin arkasında umut işiği parlayan bir ihtiyar ve benden daha yaşlı olan bir genç girdiler. İlk defa görüyordum: “Polisin, Kürdistan Cumhurbaşkanı dediği ihtiyar bumudur?” diye düşündüm.
Sözü Ferhat Sağnıç’a bırakıyorum: „Zorlu yıllar adlı kitabımdan size iki paragraf gönderiyorum. sizden 37 yıl sonra haber almak çok sevindirici: (Yan taraftaki koltukta annem yaşlarında bir kadınla altı-yedi yaşlarında bir çocuk oturuyor. Yolculuk boyunca sürekli bize bakıp durmuşlardı. Kadın, şu an otobüste yalnız olmamdan cesaret alıp "Oğlum, suçunuz ne?" diye sordu. "Anacım siyasiyiz, yanımdaki de babam." Neden yemek yemediğimi sordu, yemeği bile işkenceyle yedirdiklerini söyledim. "Olsun oğlum, ben seni Van'a kadar beslerim, merak etme" dedi. Çok güzeldi bunu deyişi, içim ısındı. Gerçekten de anacığım yol boyunca beni besledi. Polisler varken benimle hiç ilgilenmiyor, illegal takılıyor, mola verilip polisler otobüsten inince yanındaki çocukla bana yiyecek gönderiyordu. Mola saatlerini iple çeker olmuştum. Bizi nezarethane dedikleri beş metre uzunlugunda, iki metre genişliğinde bir yere atıllar. Burada sadece bir genç var, betonun üzerinde kıvranmış yatıyor. Bizi görünce kalkıp oturdu. Bize bakıyor sorular soruyor.
Bu akşam Kürdistan Cumhurbaşkanı’nın geleceğini o da duymuş, merak ediyormuş. Bunu söylediğinde güldüm ve babamın işte o olduğunu söyledim. Çocuk şaşırdı: “Bunlar akşamdan beri gelmenizi bekliyorlar, size birşey yapmadılar mı?” dedi. Sadece bir polis tarafından karşılandığımızı söyledim. Ona kim ve nereli olduğunu, ne zamandır tutuklu olduğunu sordum. Van’lıymış. Beş aydır tutukluymuş ve işkence görüyormuş, Elazığ’dan Van’a götürülüyormuş. Bu akşamlık burada kalıyorlarmış. Ayrıca gördüğü işkenceleri de anlattı ve Filistin askısına alınırsam parmaklarım çekilmesin diye ellerimi yumruk yapmamı öğütledi. Sohbet sırasında Van’lı bir ana oğulla aynı otubüste geldiğimizi söyledim. İlgisini çekti, ismini bilip bilmediğini sordu. İsmini söylediğimde ise şok oldu. İnanmıyorum! O iyi yürekli ananın oğluyla beraberim şu an. Ona anesinin yol boyunca benim için yaptıklarını anlattım, onu merak ettiklerini söyledim. Böylece o sıcak nezarethanede duygu selleri ile sabahladık. Gözaltına alınışımın üzerinden sekiz gün geçti. Bilinmezlik sürüyor. Bunca günden bana kalan tek güzel şey o otubüsteki anne. Belki ismini ve yüzünü zamanla unuturum, ama bildiğim birşey var, onu Kürt kadınlarının cesaretine örnek olarak hep saygıyla hatırlayacağım. Sabah saat 10.00 sularında babamla beni nezarethaneden çıkardılar. Çıkmadan önce ben de Van’lı arkadaşıma: “Komunist olduğunu unutma!” dedim. Ama kulağına söyledim bunu, yüksek sesle söyleme cesaretini gösteremedim). Annemin yolculuk boyunca onlara yardım etmesi çok hoşuma gitmişti. Sanki benim yanıma geldikleri içine dolmuştu. Halbuki ne onun nede ailenin yakalanığımda haberleri yoktu. İki , üç yıl devrim yaparız diye yola çıktığımızdan, anneyi ve aileyi düşünecek zamanımız kalmamışti. Fakat bir an annemin hayatı hücrede bir film şeridi gibi gözlerimin önünde geçti. Bütün hayatı çile ve acıyla geçmişti. Alikan Aşiretinden olup amcasının oğlu ile evlenmiş, fakat kocası genç yaşta öldüğünden baskı sonucu iki çocuğunu istemeden geride bırakarak babamla evlenmişti. Evlenirken babamın evli ve çocuk sahibi olduklarını bilmiyormuş. Fakat yapacağı fazla birşey olmadığından herşeye katlanarak çileli yaşamını sürdürdü.
Çok dürüst, fedakar, yardımsever,cesaretli ve yiğit bir kadındı. Aşiret geleneğinden gelen geleneğini bırakmamış, sürekli tabanca taşıyordu. Bizi gerek aile içinde gerekse aile dişindaki tehlikelerden hep kurudu. Babamla evlendiğinde, hem aile içinde hemde Westan’ (Gevaş) ın ahalisi tarafından ‘Jınka koçer (Alikan’lı olduğu için)’ diye hor görüldü. Fakat zamanla kendisini hoşgörüsüyle, efendiliğiyle ve cesaretiyle kabul ettirmişti. Fakat siyesete bulaşmamı istemiyordu. Hep şunu söylüyordu: “Yapmayın oğlum yapmayın, yazıksınız. Siz devleta Rumiyi tanımıyorsunuz. Bunlarda ne din ne iman nede merhamet var. Bu devlet zalim bir devlettir. Biz köydeyken, tahsildanlar bile jandanmayla köye gelip, vergi toplamak için köylüleri nasıl işkencelerden geçirdiğine çok tanık olduk. Zilan deresinde binlerce ihtiyar, cocuk, kadın ve hamile demeden katlettiler. Kırık iki tabancayla nasıl Kürdistan’ı kuracaksınız!” derdi. Fakat otubüste Kürt siyasilerine yardım ederek, Kürdistan devrimine katkı sunmuştu. Demmeki bana söyledikleri ile içinden geçenler ayrıydı. Cezaevinden sonra (1988) kendisine otubüste siyasi bir genç ile babasına yardım ettiğini anlatıgımda: “Evet doğru ama sen nerden biliyorsun? Sana hiç anlatmadım ki!” dedi. “Bana anlatmadığın doğru ama o genç ile babası o gece Tatvan’da benim kaldıgım hücreye geldiler” dedim. Şaşırdı, afalandı, önce inanmadı sonra: “Şu Allahın kikmetine bak! Ulan oğlum bilseydim, seni görmeye gelirdim” “Gelseydin bile görüştürmezlerdi, çünkü hala işkencedeydik” Ellerini havaya kaldırdı: “Hey Alahım sen büyüksün, sen şu gençlerin ahını bu zalim devletin yanında bırakma. Fitil fitil agızlarından getir ” gözlerinden yaş aktı, “Biliyormusun oğlum, ben onlara yardım ederken, seninde yakalandığın içime doğmuştu. Uzun zamandır haber alamıyordum. Onların moralı bozulmasın diye gizliden ağlamıştım” dedi. 1993’ te ben Diyarbakır cezaevindeyken vefat etti.
Evet o gece (1981 şubat) rahmetli Feqî Hüseyîn Sağnıç ve oğlu ferhat ile karşılaşmıştım. Fakat yıllarca rahmetli nevzat olduğunu biliyordum. Bir ay önce ferhat olduğunu öğrendim. O gece rahmetli Feqî Hüseyin ile sohbetimizde bazı kürtçe çalışmalarına polisin el koyduğunu söylemişti. Bu konuda endişeliydi. Yıllarca süren çalışmasına polis geri vermeseydi, hepsi boşuna gidecekti. Feqî Hüseyin T-KDP, DDKO, Rızgari davalarında ve Kürtçe çalışmalarından dolayı yargılandı. Kürt dili ve kürtürünün gelişmesinde büyük katkıları oldu. Böyle değerli Kürt aydınlarının vefatı Kürtler için büyük bir kayıptır. Çoğu zaman yerleri doldurulamıyor. Yeri cennet olsun. Ferhat sağniç’ın bu gece babası için yazdığı yazıyı görünce yazma gereği duydum. <Bir kahvenin 40 yıl hatırı var> derler. 12 Eylül’den sonra, birkaç saat hücrede beraber geçirmemizin üzerinde 38 yıl geçtikten sonra, yeniden birbirimizden haber almamızın 40 yıllık hatırı varmış.
Zor günlerin hatırı bir başkadır ve hiç unutulmazlar.
13.03.2018